Demokrasi, İnsan Hakları ve Hukukun Üstünlüğü

Cumhuriyet ile doğduk, büyüdük. 1950’de çok parti ile girilen seçim ve demokrasiyle tanıştık.

Milli irade, hukuk, daha iyi demokrasi, daha iyi Anayasa Türk aydınının söylemi oldu.

Dün şöyle idi, bugün böyle oldu, iddiasında değiliz. Ancak benim bakış açım veya algılayışımın farklılıkları oldu. Meramımı anlatmakta belki çok başarılı olamayacağım. Buna rağmen, bugün için bir deneme yapmaya çalışacağım.

Her zaman ülkem için ümitli oldum. Yine de öyleyim. Olayların hep iyi tarafını görürüm. Hep iyi sonuçları temenni ederim. Bu sebeple yazdıklarımın içinde bunun aksi görüntüler olursa, bu benim ülkem için iyi inancımı yitirdim anlamına gelmesin.

Kendimizdeki eksikliği, hukukta veya başka yerde aramayalım. Bunu şöyle izah edeyim; orman, trafik v.b. suçlarda eğer cezayı memur kesiyorsa, “Efendim, olur mu bir memurun takdirindeyiz. Haksız yere ceza kesiyor, sırf rüşvet alsın diye bizi zora koşuyor. Bunu mahkemenin halletmesi lazım” deniliyor. Bu defa kanun değişiyor, mahkemeye yetki veriliyor, aynı şahsın bu defaki beyanı şu: “Efendim bir trafik suçu için mahkemelere gidip kapıda beklenir mi? Memur bizi zora koşuyor, eskiden az bir rüşvetle kurtarıyorduk şimdi bizden çoğunu koparmak istiyor.” Yine kanun değişiyor, takdir edilen cezanın Maliye veznesine yatırılmasına karar veriliyor. Aynı terane devam ediyor; “Efendim memur bizden cezayı alsın, Maliye’de kapı kapı dolaşıyoruz, Cumartesi Pazar’a denk geliyor. Memur bugün git yarın gel diyor, ufacık bir ceza için perişan oluyoruz, işimizi halledebilirsek rüşvet vermeyi tercih ediyoruz."”Bakın burada bir noktaya dikkat çekmek istiyorum: Her halukârda aklına takılan rüşvet. Okulundan pırıl pırıl çıkmış bu devlet memurunu rüşvete alıştırmak için kırkbin çeşit yol deniyorsun. Sonra da düzeni değiştirmek için her seferinde bir mazeret buluyorsun.

Eksikliklerimiz için bir başkasını suçlama adetimiz çok yaygın. Suçlu şudur, suçlu budur demeye çok meraklıyız. Suç bizimdir, suçlu benim veya en azından benim kusurum ne veya bunu nasıl düzeltiriz arayışı yerine suçu birine bazen de en günahsızına yükleme anlayışımız. Körfez depreminden sonra bölgede geçmiş olsun ziyaretlerinde bulunuyordum. Beni tanıyıp yanıma gelen bir zat, mühendis olduğunu ve o ilçenin belediye fen işlerinde yetkili olduğunu ifade ettikten sonra şuna buna suç atıyor. Ben kendisine “Bu imar değişikliklerinde sizin görüşünüz alınıyor mu?” dedim. “Alınıyor” dedi. “Projeleri siz tasdik ediyor musunuz?”, dedim, “Ediyoruz” dedi. “Temel teslim alıyor musunuz?” dedim, “Alıyoruz” dedi. “İnşaatın açılışında ruhsat veriyor musunuz?” dedim, “Veriyoruz” dedi. “İnşaatın sorumlu mühendisi olup olmadığına bakıyor musunuz?” dedim, “Bakıyoruz” dedi. “E peki kardeşim ben bu ülkenin bir insanı olarak şu yıkılan evlerden kendimi sorumlu hissediyorum sen nasıl yetkili ve asıl sorumlu olmana rağmen, rahatlıkla başkalarını suçluyorsun?” dedim. El cevap: “Ben senin hemşerin sayılırım.”

1983’te Parlamento’ya girdim. Sorulan şu idi: “Hangi partiye transfer olacaksın?” Bu kabil yazılar yazılıyor, yorumlar yapılıyordu. Müthiş öfkeleniyordum. Sonra zaman içinde birçok dedikodulu transfer gerçekleşti. Zaman zaman bu parti değiştirmeler kınandı. Zaman zaman ise aleni teşvik edildi, alkışlandı. İktidar olmasını arzu ettiğiniz bir ekip sözkonusu ise onun lehine olan parti değiştirmeler kahramanlık, aksi ise ahlaksızlık olarak yazıldı-çizildi, manşetler atıldı. Hepimizin saygı duyduğu müesseseler dahi bu işlere bulaştı.

Ülkede seçilmişler horlandı. Kötülendi. Eskiden ayağı taşa takılan “Allah bu hükûmetin belasını versin” diye küfrederken bu defa küfürlerine hedef meclis ve milletvekilleri oldu.

Bu suretle milletin kendisi, iradesi olan Meclis etkisizleştirildi ve millet kendisini temsil eden Meclis’e güvensizlik gösterirken aslında kendi iradesinin, milli iradenin devre dışı bırakıldığını fark dahi edemedi. Her yeni seçimde Parlamento’ya güven artacağı söylendi. Fakat daha aday tesbitlerinde siyasi partiler ve adaylar için öyle şeyler yazıldı, çizildi ki, TBMM daha oluşmadan medyada adeta şu hava estirildi: “Bakalım bu ahlaksızlar grubu ne yapacak?” Vatandaşların bir çoğu kahvelerde seçip gönderdikleri milletvekilleri için, daha milletvekili yemini etmeden, “Bakalım bu bizim mebus neleri götürecek?” gibi çeşitli yakıştırmalara başladılar. Milletvekillerine hakaret etmek, hem toplumda bir meziyet haline geldi hem de Türk mizahının en zengin malzeme kaynağı oldu. Kuşkusuz siyasi partiler ve milletvekillerinden de bunlara hak verdirecek örneklerin zuhur etmesi, bütün meclisi aynı töhmet altında bırakıyordu.

Parlamento buna gerekli direnci göstermedi. Gerekli tedbirleri almadı. TBMM Başkanları dahil, bu işte gerekli mücadeleyi vermedi. İçlerinden bazıları Parlamento’ya haksız hakaret edenlere paye vermek durumunda oldular.

Bunları anlatmak, genişletmek mümkün. Ancak genel manzara budur. Aynı manzara Silahlı Kuvvetler hariç ülkenin bütün müesseseleri için geçerlidir.

Bu sebeple, geçen yıllar yapılan birçok oturumda, yazılı ve şifai tebliğlerimde ülkenin bir numaralı sorununun “güven” sorunu olduğunu söylüyor, bir ülkede, idare edenlerle edilenler arasında böyle bir güvensizlik, Allah esirgesin, bir kargaşa halinde devam ederse, ülke ne olur diye endişelerimi dile getiriyordum. Bu endişelerim halen de geçerlidir.

Bir ülke düşünün ki, bu ülkede en yüksek makamlar, başbakanlar, bakanlar, yüksek bürokratlar hakkında hergün yolsuzluk iddiaları ortaya atılıyor. Her türlü ihale, alım-satımda yolsuzluk olduğu söyleniyor. Bunlar doğru ise, durum gerçekten de çok kötü. Yalan ise daha da kötü. Her iki halde de ülke yönetiminin ne kadar zor ve içinden çıkılması güç bir cendereye sıkıştırıldığı gözler önündedir.

İşler bu kadar zor iken, bir-iki yıldır buna tuz biber ekenler oldu. Ülkede iyi-kötü yerleşmiş bir hukuk tatbikatı vardı. Bunun eksiklikleri üzerinde duruyorduk. Ülkedeki gelişmeler bizi ürkütmeye başladı. 1991 seçimlerinde heyecanla tercih sistemini getirmiştik. Ancak, güzel bir tatbikat olmakla beraber, tehlike de kendini göstermeye başladı. Büyük meblağlar harcanarak şu veya bu yolla milli iradeyi saptırmanın işaretlerini sezdik. Keza bakanlar hakkında haksız iddialar ile Parlamento’nun yıpratıldığını, kamuoyunda yolsuzluk yaptığına inanılan bakan ve bürokratlar hakkında koruma tedbirleri sebebiyle kanuni takibat yapılamamasının yanlışlığını farkettik. Parlamenterlerin haklarındaki haklı veya haksız isnatların araştırılamamasının yarattığı güven bunalımını tesbit ettik.

O tarihte Meclis Başkanı seçilen Sn. Cindoruk’u tebrik ziyaretimizde bu endişelerimizi kendilerine ilettik. Bize hak verdiler. Amerika’dan ahlak kaidelerine havi mevzuat getirtip tercüme ettirdiler. Ben de Anavatan Partisi adına Anayasa değişiklikleri hazırladım. Anayasa'nın 83. maddesi değiştirilerek milletvekillerinin kürsü faaliyetlerinde tam sorumsuzluğu, buna mukabil birçok suçta dokunulmazlıkların kaldırılması gibi önerilerimiz oldu. Partilerarası uyum komisyonunda talebimiz üzerine, Anayasa’nın 69. maddesinin son fıkrasına “siyasi partilerin ve adayların seçim harcamaları ve usulleri yukarıdaki esaslar çerçevesinde kanunla düzenlenir” sınırlaması getirildi ve parlamentoca kabul edildi. Ancak 83. maddeyi değiştiremedik. Partilerarası uyum komisyonuna, Anayasa’nın 69. maddesinde yaptığımız değişikliğe uygun hazırlıklarımı takdim ettim. Halen uyum komisyonu veya Meclis Başkanlığı’nda beklemekte olan bu tekliflerimizde, ham halde şunları öneriyorduk: Adaylar ve partiler kongre ve seçim masraflarını kademelere göre İl-İlçe Yüksek Seçim Kurulları’na sunsunlar. Tavan masraflar ve yapılacak propagandalar kanunla tesbit edilsin. Adayların ve partilerin bu suretle büyük paralara ihtiyacı olmasın. Milli iradenin gerçekleşmesi şaibe altında tutulmasın. Seçimler ve kongreler için dedikodular bitsin. Geniş imkanlara sahip olmayan ülkemizin yetişmiş, değerli insanları da yarışa katılsın. Maalesef yıllarca mücadelemize rağmen bize her defasında hak veren ve çok düzgün ve değerli olan parlamenterlerimiz bu mevzularda hazırlık yapmamışlar ve bu kanunların münakaşası için yeterli hazırlıkları olmadığı gerekçesiyle taleplerimizi her defasında tehir etmişlerdir.

1997’de yeniden Adalet Bakanı olunca, Anayasa’nın 83. maddesini değiştirmenin yeterli olmadığını, Anayasa’nın 100. maddesinin de değişmesi lazım geldiği ihtiyacını görmüş, usul hilafına Adalet Bakanı olarak bu hususdaki önerilerimizi bütün siyasi partilere ulaştırdık. 83. madde imzaya açıldı. Parlamento’da müzakere edildi, ancak oylanıp geçmedi. 100. madde ise Anavatan Partisi dışındaki partilerce yeterli ölçüde imzalanmadı.

Yine yasalarda yapılacak değişikliklerle Cumhurbaşkanı ve Yargıtay Baş Savcısı hariç Anayasa 148. maddede sayılan şahıslar dahil devlette görev yapan herkesin dokunulmazlıklarının sınırlandırılmasını istedik.

Şu ana kadar hazırlayıp İnsan Hakları Komisyonu’na gönderdiğimiz Memur Muhakematı dışında sonuç alınan olmadı. Fakat bunlar artık bizim dışımızda kamuoyunun malı oldu. Zaman içinde çözülecektir. Sabrımız varsa!

Biz bütün bunlarla uğraşırken yeni gelişmeler oldu; ülkede bu haksız korumaların dışında özel korumalar ve haksız tatbikatlardan şikayetimiz varken, bu koruma ve haksız tatbikatlar adeta hukukilik kazandı. Mevcut hukuk, tatbik edilemez oldu. Keyfi takdirler hukukun üstüne çıkarıldı. Ülkede hukuk değil, adeta keyfilik etkili oldu. Susurluk diye başlayan bir olayda ülkedeki hukuksuzluk hepimizce farkedildi. Ancak artık bu durum gözlerimizin önünde gizlenmeden yapılır hale geldi. Kimimiz konuştuk, kimimiz sustuk. Bu arada bu yoğun ihlallere inat, ülkede hukuk mevzuatı değerlendirmeleri yapılması inadına arttı. Mevcudu uygulamayan bir ülke yenisini yaparken, ne için yapacak? Yenisi için mutabakat var mı? Mevcudu hep beraber tenkit ediyoruz, ama yenisinde de mutabakat yok. Hattta çoğumuzda yenisi için fikir dahi yok!

Siyasi partilerde demokrasi yok. Peki parti içi demokrasi için öneriniz ne? O da yok. Seçim kanunu iyi değil. Peki bu husustaki öneriniz ne? Yok. Bu sefer öneri yerine ütopik beyanlar ileri sürülüyor.

Anayasa değişikliği yapılırken devlete ait bir tek televizyon idaresine izin verildi. Aynı hüküm yasa ile tekrar edildi. TBMM Başkanı’na yetki tanındı. Meclisin faaliyetlerinden istediğini bu devlet televizyonunun kanallarından yayınlatabilecekti. Ancak, sözlü ve yazılı bütün ikazlarımıza rağmen, TBMM Anayasa’ya aykırı, yasaya aykırı televizyon idaresi kurdu. İdare Anayasay’ya aykırı olduğu gibi yapılan yayınların da çoğu yasaya aykırıdır. Çünkü Parlamento faaliyeti değildir.

Şu anda RTÜK Yasası var. Giderilmesi gereken eksiklikleri olmasına rağmen temelde iyi kurulmuş bir yasadır. Ancak bu yasa çeşitli sebep ve müdahalelerle uygulanmamaktadır. Bu hukuk dışılık herkesin gözü önünde devam etmektedir. Yasayı değiştirme gayretleri vardır. Görünürde daha iyisinin pek şansı yok. İnşallah daha iyisi ortaya çıkar. Ancak şu andaki durum tamamen hukuk dışıdır.

Adalet Bakanlığı olarak TCK tasarısını Parlamento’ya sunduk. 312. maddede değişiklik öneriliyor. Hukuka uygun bir değişikliktir. Bu arada İnsan Hakları Bakanlığımız’ın TCK ile ilgili münferit talepleri oldu. Başbakan’ın başkanlığında yapılan bir toplantıda bir kısmı kabul edildi. Bir kısmı red edildi. Kabul edilen değişikliklerden bir tanesi 312. madde ile ilgili değişiklikti. Bizim TCK 312’ye paralel bir değişiklik öneriliyor. Ben farklı bir görüş bildirdim. Bu görüşümü daha sonra çeşitli vesilelerle kamuoyuna aktardım: “Bu değişikliği genel değişiklik içinde yapalım. 141, 142, 163 kalktıktan sonra TCK 312’nin maksadı aşan tatbikatına tesadüf ediyoruz. Şimdi biz müstakilen bunu kaldırırsak, bazı tatbikatçılar devleti koruma içgüdüsü ile TCK’ndaki daha ağır maddelerin tatbikini düşünebilirler”, dedim. Sonra bu değişiklik Adalet Komisyonu’ndan geçti ve bilinen sebeplerle kadük oldu. Fakat bu arada bir Cumhuriyet Savcımız bu kanun kalkıyor düşüncesiyle bir siyasi parti lideri hakkında basit bir iddia ile TCK 146. maddenin tatbikini istedi. Yanı ölüm cezası. Bir kısmı kamuoyundan da destek gördü.

Yine Cumhuriyet Savcıları’ndan bazıları ülkeyi korumak endişesiyle aşırı tatbikatlar yapmakta ve alkışlanmakta iken ne değiştiyse son bir olayda devletimizin büyükleri bana sorarsanız ölçüsüz bir şekilde böyle bir tatbikata müdahale etmişlerdir. Bu tatbikatların şiddetlisi yapılırken susanlar, bu defa kendi beyanlarıyla “ilk defa yargıya nıüdahale” ihtiyacı duymuşlar. Ne güzel hukuk tatbikatı!

Bunlar benim Gümüşhane’deki hakimlerimin yaptığı hukuk tatbikatı değil. Daha iyi bir hukuk yapma iddiasında ve durumunda olanların tatbikatları ve alkışları.

Nerdesiniz Türk aydınları? Bir kısmı bu çarka alkış tutuyor. Bir kısmı susmuş, pek az bir kısmı zayıf bir ölçüyle konuşuyor; benim gibi. Bir kaç tane cesur var onlara da deli dedik. Sistemin dışına attık.

Ancak yeni bir durum ortaya çıkıyor. Bu müsbet bir durum. Çok az sayıda da olsa, Türk hukukçu ve aydınlarında demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğünün herkes için olduğu farkedilmeye başlaması, kendi gibi düşünmeyenlerin de hakkını korumaya başlayan bir grubun oluşması yukarıda saydığım bütün kötü tablolardan bize göre daha mühim ve ümit verici bir gelişmedir.

O halde meselelerimiz vardır ve çözülmelidir. Önce biz kendimize çeki düzen vermeliyiz. Çok basit. Suçlu aramaya gerek yok. Suçlu varsa biziz, benim. Akılcı yolla ve birbirimizi hata ve sevaplarımızla değerlendirerek işe başlamalıyız. Şu anda ülkenin bir numaralı meselesi, hatta güvenden de öte HUKUKTUR, HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ’dür.

Evvela hukuku adil, eşit tatbik etmek, sonra daha iyisini yapmak ve daha iyisini de tatbik etmek kaydıyla yapmak görevimizdir.

Türkiye hukukun üstünlüğü fikrini hazmetmelidir. Bütün insanlar aynı düşünmeye aynı yorumları yapmaya zorunlu değildir. Ama herkes hukuka uymak, hukukun üstünlüğünü kabul etmek zorundadır.

Bugün bütün dünyada anayasaların temeli, demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğüdür. İnsan hakları ve hukuk demokrasi olmadan da vardır. Hukuk olmadan ne insan hakları ve ne de demokrasi olur. Bunu bütün hücrelerimizde hissettiğimizde ve tatbik ettiğimizde Türkiye’nin önündeki bütün engeller aşılacak ve inanıyorum ki, Atatürk’ün özlediği muasır medeniyet, Turgut Özal’ın arzuladığı hedefler ve Türk insanının özlemleri gerçekleşecektir.

Anayasamızda değişiklikler şarttır. AB’ye girmek istiyorsak bunları yapmak zorunda kalacağız. Bu değişiklikler bellidir. Temeli demokrasi ve hukukun üstünlüğüdür. Yani milli iradedir. Avrupa Birliği üyeliği için milli iradenin önündeki bütün engellerin kaldırılması önümüze konmuştur ve konacaktır, peki AB’ye girmezsek bütün bu değişiklikler yapılmasın mı? İşte asıl o zaman şart. Zira kalkınma için AB’de yerimiz yoksa kıt şartların iyileşmesi için bize daha fazla iş düşecektir. Sistemimiz demokrasi, yani halkın kendi kendisini idaresi ise halkın önündeki engelleriin kaldırılması gerekir. Anayasamızı da çağdaş demokrasi ilkelerine uygun hale getirmiş oluruz. Ancak burada bir defa daha ifade ediyorum ki, mevcut anayasa ve yasalar mahiyetlerine uygun tatbik edilebilse bugünkü şikayetlerimizin tamaına yakını olmayacalktır. Aksi halde bugünkü tatbikatlar devam ederse hukukta yapılacak iyileştirmeler hiç bir netice vermeyecektir.

Keza Anayasa ve yasalardaki imtiyaz mahiyetindeky hükümler ayıklanmalıdır. Yalnız köylü, işçi, esnaf yargılanabilir anlayışı değiştirilmelidir. Devletteki her görevlinin yargılanması imkan dahiline getirilmeli. Memurun Muhakemat Kanununda bir düzenleme yapıldı. Sıra diğer imtiyazlarda. Başbakan, bakan, milletvekili, asker, sivil herkes yargılanabilmelidir. Teminat ise Yargıtay Başsavcısını’nın soruşturmayı yürütmesi ve davanın Yargıtay’da görülmesidir. Bu sebeple Anayasa’nın 83, 100, 148 maddelerindeki değişiklikler şarttır.

Anayasa ve yasalarda yapılması gereken en önemli değişiklik mahalli idarelere yetki vermektir. Merkezi idarenin yetki ve görevleri terk etmesidir. Mahalli idarelerin merkezi bütçeden alacakları belli olmalı. Kendi kaynaklarını harekete geçirme yetkisi verilmeli. Mahalli yöneticiler değişen iktidarlara göre, merkezi idareden para beklentisi içinde olmamalıdır. Kaideler kesin olmalı, mahalli idareler borçları için hiç bir zaman merkezi idareye güvenmemelidir.

Bunu takip eden hukuki tatbikat personel rejimidir. Atamaların yanı sıra, terfiler düzgün esaslara, intibak sistemlerine bağlanmalı, hiç bir makam tesadüfe bırakılmamalı. Personel standartları belirlenmelidir.

Yargıda, yargı bağımsızlığı hükmü teminatı ile ilgili şunlar söylenir; Yüksek Hakim ve Savcılar Kurulu tam gün çalışsın ve Adalet Bakanlığı bünyesinden ayrılsın. Adalet Bakanlığı Müsteşarı kurula girmesin. Bakan girsin oy hakkı olmasın, müfettişler kurula bağlı olsun. Kurulun ayrı bir sekretaryası olsun. Şimdi son zamanlarda talepler genişledi, Yargıtay ve Danıştay için ayrı ayrı kurul olsun. Bütçeleri müstakil olsun görüşleri ileri sürüldü.

Bütün bunlar söylenir. Ancak bunları söyleyenler iktidar olur, hiç hareket etmezler. Aksine bütün bu iddialarda bulunanlar iktidar olduğunda bay-pass denilen kanunla Adalet Bakanlığı üst düzey yöneticilerinin yetkilerini elinden almışlardır. Daha önce Adalet Bakanlığı’ndaki 13 tane üst düzey yönetici Bakan tarafından hiç bir şekilde görevlerinden alınamazlardı. Ya emekli olacaklar ya istifa veya ölüm veya Yüksek Mahkeme üyeliği ile görevden ayrılacaklardı. Bu belki haksız bir korumaydı ama yerleşmişti ve Adalet Bakanlığı yöneticileri kendilerini emniyette hissettikleri için bağımsız hareket edebiliyorlardı. Gerek bakana, gerek Yüksek Mahkeme ve kurula karşı herhangi bir mahkumiyetleri sözkonusu değildi. Şimdi ise, diğer bakanlıklardaki üst düzey yöneticilerin sahip oldukları teminata dahi sahip değillerdir. İdari yargıya gitme hakları yoktur. Bakanın keyfi tasarruflarına mahkumdurlar, daha sonra da kurulun takdirine. Bakanlıkta müsteşar muavini seviyesine çıkmış bir hakimin bilahere bakan inisiyatifiyle yeni kura çekmiş bir hakim gibi kurul kararı ile idari yargıda en alt seviyede mahkeme üyeliğinde görevlendirilmesı mümkündür ve halen caridir. Bu defa 55. Hükümet’te bu üst düzey yöneticilere imkanlar ölçüsünde bir teminat getirmek için kanun tasarısı sevkettim. Taslağı bizzat bu yüksek bürokratlara hazırlattım. Ancak, Bakanlar Kurulu’nda tasvip görmedi. Heyhat, yargı bağımsızlığı hakim teminatı şampiyonluğu başka, tatbikatı başka. Nitekim geçici bir bakan televizyonlara çıkıp hak hukuk ve teminatlardan bahsederken bakanlığın üst düzey yöneticilerini adeta küçümseyip odasına kabul etmeyebiliyor.

55. Hükümet’te bir Adalet Bakanı olarak kurulun tam gün çalışması için kanun sevkettik. Şu anda tam gün çalışıyor. Konya Yolu’nda bina aldık. Kurulun bu binaya taşınması düşüncesindeydik ve o maksatla aldık, bir bölümü idari yargı olmak üzere. Bu suretle bakanlığın kurul üzerindeki baskılarını daha doğrusu iddialarını önlemeyi hedef aldık. Ancak, asıl maksadımız bay-pass kanunundan sonra hiç bir teminatı kalmayan bakanlık teşkilatı hemen bitişikteki Yargıtay’ın insiyatifinde kalmış olduğundan, bakanlığın kurul üzerine değil Yüksek Kurul’un bakanlık üzerindeki baskısını önlemeyi hedef aldık. Ancak, kurul bakanlık ek binasında çalışmayı tercih etmiş, bakanlığa bağımsız kalma şansı tanımamıştır.

Anayasa değişikliği önerdim. Siyasi parti gruplarına sundum. Yüksek Hakimler Kurulu’na bakan veya müsteşar girsin. Yani bakan girmediği takdirde müsteşar girsin, çünkü zaten bakan istese de kurula yılda bir kaç defa ya girebilir ya giremez.

Dünyanın bazı ülkelerinde bizdeki manada bir Adalet Bakanlığı yok. Ancak düşünüldüğü gibi müstakil bütçeli bir Yargıtay Yüksek Hakimler Kurulu, bir Danıştay Yüksek Hakimler Kurulu projeleri acaba bir Yargıtay Adalet Bakanlığı veya bir Danıştay Adalet Bakanlığı demek değil midir? 0 zaman bugün dahi yargı üzerinde Adalet Bakanlığı ile kıyaslanmayacak ölçüde etkili olan Yüksek Mahkemeler ile yargı arasındaki bağımsızlığı düşünüyorum. Böyle bir halde zaten klasik Adalet Bakanlığı’na artık lüzum yoktur.

Dünyada elbette farklı çalışmalar var. Amerika’da yüksek kurul hakimlerini atamak senatonun işidir. İngiltere’de ise bir tek kişi bütün hukuki atamada görevli olup, bu bir tek kişiyi de başbakan atar. Ancak, bizdeki bu dedikodular yoktur. Neden? Hukukun üstünlüğü fikri benimsenmiştir. Bizde ise düğüm üstüne, düğüm atıyoruz. Yine şikayet ediyoruz. Eksikliği kanunda arıyoruz, halen bizde olduğunu kabul etmiyoruz.

Türkiye’de Başkanlık Sistemi var mıdır? Vardır. Belediyelerde başkanlık sistemi vardır ve görülmektedir ki genelde belediyeler başarılıdır. Türkiye’de fiili başkanlık vardır. Atatürk başkandı. İsmet İnönü de başkandı. Celal Bayar, Cemal Gürsel, kısmen Cevdet Sunay ve Kenan Evren de başkandı. Özal’ın ANAP iktidarında kısa bir başkanlığı oldu. Şimdi de, Sayın Cumhurbaşkanımız başkan. Ancak kabul etmek lazım ki, bu yeterli değil; zira cumhurbaşkanı burada başbakan gibi, hükumet parlamentodan çıkıyor, istikrar sağlanamıyor.

Demek ki, belediyeleri örnek gösterirsek Türkiye’de başkanlık daha başarılı gözükmektedir. Ancak, zaman zaman belediyelerdeki yolsuzluklar ve keza Güney Amerika’daki başkanlıklar bize cesaret vermiyor. O halde, kontrol sistemlerini çok iyi düşünerek bir başkanlık sistemine gidebiliriz. Son zamanlarda Türkiye’deki yetkili makamlardaki şahıs ve ailelerin iktidarı kullanma tarzları bizi ürkütmüyor da değil.

Mahalli idarelere yetki verince başkanlık sistemi de buna paralel daha verimli bir çalışma şansına sahip olabilecektir.

Bir başka gelişmeye değinmek istiyorum. Türkiye’de halk veya sivil toplum örgütleri devrede yoktur. Demokrasiler seçimden seçime tesbit edilmiş adaylara oy vermekten ibaret diye haklı yakınmalar var. Bu defa bazı sivil toplum örgütleri ve bazı meslek kuruluşları devreye girmekte ve bunların etkilerini gömekteyiz. Bu sivil toplum örgütleri tabana yayılmazsa o zaman da bir başka adaletsizlik sözkonusu oluyor. Bazı zengin çevrelerin, sendikaların veya örgütlenebilen grupların haklı veya haksız talepleri uzlaşma masasına geliyor, örgütlenmemiş milyonlarca orta sınıf ve yoksul halkın talepleri bu masalarda eşit şekilde değerlendirilme şansından uzak kalıyor. Bu sebeple halkın bütün kesimlerinin demokrasiye katılımını sağlayıcı tedbirleri almak zorundayız. İşte mahalli idarelerin güçlendirilmesi bu manada önem kazanıyor.

Bu yazıyı daha uzatmayacağım. De Gaule iktidarda iken üniversite olayları oldu. De Gaule son derece sıkı tedbirler aldı. Ancak şahsa bağlı hak ve hürriyetlere müdahale etmedi. Hukukun üstünlüğü’nü korudu ve disiplini sağladı. Devlette düzen hukukun ihlali ile değil hukukun eksiksiz tatbiki ile sağlanır.

Devlette görevler emanettir. Emanete ihanet olmaz. Emanet edileni mülkümüz gibi sahiplenme hakkımız yoktur.

Düşünüyorum, tarihte gelmiş geçmiş bütün imparatorlukların ortak paydası adalettir. Adalet mülkün temelidir. Adaletle ilgili sözler hukukun bunca ihlalinden sonra beni eskisinden daha çok etkiler hale geldi. Bugün buna hukukun üstünlüğü diyoruz. Türk aydınının bunu içine sindirmesini diliyor, ülkemin ve ülke insanının haysiyetle yükselmesini bunda görüyorum.

M. Oltan SUNGURLU

Bu web sitesi Süleyman Faik Sungurlu ve Hatice Sungurlu hatırasına yapılmıştır.